Sizi bilmiyorum, ama ben bir ülkede erken seçim yapıldığını duyunca hemen rahatımı kaybederim.
Bilincimin altında, dipsiz derinliklerde bir yerde, bir kırmızı ışık yanar, alarm zili çalmaya başlar. Şöyle, ilkin hafiften, sonra günler ilerledikçe hep daha sesli, ta kulak zarlarımı yırtana kadar. Epey kısa bir sürede art arda iki defa erken seçim yaşanan ülkede büyük ihtimalle demokrasi denilen sistemin uygulanmasında ciddi hatalar var. Ama beş altı senede üç defa erken seçime gitmek görülmemiş bir şeydir. Demokraside hatalardan falan söz edemezsiniz artık; burada söz konusu, demokrasi rayına oturmuş mu, oturmamış mı? Üç hafta geçmeden biz, işte, beş senede üçüncü defa erken seçim yapalım diye sandığa gidiyoruz. Maşallah! Yahu, niye erken seçim olsun?
Adamları dört senesine seçmedik mi? Seçtik. Nerdeyse iki yıl daha var görevleri dolana kadar. Ama hayır, ille de yeniden seçileceklermiş. Altmış iki oyla yapılamayacak şey yoktur.
Ya maazallah görev süresini uzatmak akıllarına gelseydi? Normal ülkelerde erken seçime ne zaman gidilir? Parlamentoda güçlerin dengesi o kadar bozularak ülkeyi yönetmek imkansız hale geldiğinde. Mesela koalisyonun bir ortağı Hükümetten çıkmış, geri kalan ortak veya ortaklarda oy çoğunluğu yok. Veya ülkede o kadar büyük değişmeler olmuş ki, halkın yargısına ihtiyaç var. Ve saire. Önemli olan, her defasında seçimi gerektiren bir objektif durumun olmasıdır.
Bakın bizdeki siyasi sahneye. Parlamento erken seçim kararına kadar harıl harıl çalışıyordu, Hükümet her toplantıya yüzlerle yeni kanun önerisi sunuyordu. Cumhurbaşkanıyla hiçbir problem yoktu, yerel yönetimle ona keza. Buna rağmen erken seçim, gürültü patırtı, ülkenin dört tarafını arşınlayan uzun araç konvoyları, köy meydanlıklarında gürleyen hoparlörler. Efendim, neydi bahane bu defa? Hükümetin Arnavut ortağının Cumhurbaşkanı seçimiyle ilgili bir önerisi. Hatırlanacağı üzere, Ahmeti’nin partisi şart koştu: ya Cumhurbaşkanı adayını hep beraber belirleyeceğiz, ya ben koalisyondan çıkıyorum. Göz açıp kapayana kadar karşılık geldi. Sen misin bana meydan okuyacak, diye. Beş yıl, koskoca beş yıl bu iki koalisyon ortağının içtikleri su bile ayrı gitmiyordu.
Tabii, onları birbirine bağlayan ideoloji falan değil, menfaatler idi. Ve durup dururken birbirine girdiler. Hani ya çocukken daracık bir köprüde boynuz boynuza gelen iki keçi hikayesini okuyorduk, öyle bir şey işte. Ve böylesine durumlarda çok sık gördüğümüz gibi, çok çabuk her şeye milli (ve milliyetçi!) renkler kattılar. Birileri halkın onurundan falan bahsederken, ötekileri ‘vatan tehlikede’ sloganıyla halktan sempati kazanmaya giriştiler. Nasılsa, Balkanlardır burası. Mantık diye bir şey aramayın. Kara beyaz olur göz açıp kapayana kadar ve siz tam beyaza alışmışken, bir bakıyorsunuz gri renkler üstün geliyor. Sahi mi bütün bunlar, yapmacık mı? Hani ya şu Kuzey Kore’de son yirmi küsur yılda iki büyük diktatör öldü, ardından başkentin merkezine bir milyon vatandaş toplanarak ağlamaya koyuldu. Ben valla gözyaşı görmedim, ama adamlar acısından yerlere seriliyordu. Psikoloji uzmanları sonradan artistliktir dediler buna. Ama rejim yeterince ağlamayan ve ağlaması inandırıcı olmayanlara uzun yıllık hapis cezaları kesti. Şimdi şu bizimkileri de, beni sorarsanız, çok ucuz bir numarayla artistlik yapıyorlar.
En evvela, Cumhurbaşkanlığı seçiminde hükümet yıkacak ağırlık yoktur. Geride kalan beş senede koalisyon ortakları arasında Cumhurbaşkanlığıyla ilgili herhangi bir çelişkili durum görülmedi; halkın deyişiyle, adamın ağzı vardı dili yoktu. Yani, ha varmış ha yokmuş gibi bir şey. Kaldı ki, erken seçimin sebebini birtakım prensiplere değil, çok somut, yani elle dokunulur şeylere bağlamak gerek. Menfaatlerdir söz konusu olan. Bir parti veya koalisyonun sekiz sene iktidar olması yavaş yavaş vatandaşta bıkkınlık yaratır. Yeni yüzlere, yeni söz ve çalışma yöntemlerine ihtiyaç doğar. Basbayağı, vatandaş bir yeniliği ister. Normal seçime kalan bir buçuk yıl ise çok uzun bir süredir. On sekiz ayda bu ülkede her şey olabilir. Bir bakarsınız, koalisyonun bugünkü itibarından pek bir şey kalmaz. Efendim, nasıl çıkılacak bu durumun içinden? Seçimle, tabii.
Yallah sandığa. Al alabildiğini, kavra kavrayabildiğini. Bugün varsın yarın yoksun. Vatandaşı zaten soran yok. Demokrasilerde buna güven tazelemek de derler. İktidarda olan matematiğini yapar, zamanla neler kazanıp kaybedeceğini son ayrıntısına kadar ölçer. Seyrek de olsa, bazen erken seçime gider. Ama vatandaşı, yani oyunu beklediği seçmeni aptal yerine koymaz.
İşin en tuhaf yanı nedir biliyor musunuz? 27 Nisan’da sandıktan çıkacak olan galipler, çok büyük ihtimalle, yine bu koalisyon ortakları olacak. Pek güçlü ve yetenekli olduklarından değil. Muhalefetin zayıf olmasından. O gün yine ortak olacaklar. Bütün ağır sözler unutulacak, hep beraber yeni zaferlere koşacaklar.