O mübarek Cuma günü sabahın köründe kalktım.
Çalar saatim çoktandır arızalı olduğundan, sabahları erken kalkmak gerektiğinde hep bir içgüdüyle uyanırım. Doktorlara bakılırsa şafak sökmezden önce insan en derin uykulara dalar, ama tam o dakikalarda bilincimin dipsiz derinliklerinde bir alarm düdüğü çalmaya başlar, yataktan fırlarım. O gün de öyle oldu işte.
Bak, bak, bu adam ihtiyarlıkta sabahı kılmaya başlamış diyeceksiniz, ama hayır, sabah namazı için kalkmadım. Keşke öyle olsaydı. Devletin huzuruna çıkmak zorundaydım da onun için kalktım. Onunla şaka maka yoktur.
Hazırlıklı olacaksın, zira yandın.
İlk işim makarnayı kaynatmak oldu. Baktım saate epey vakit daha var kaderimle karşılaşmaya, makarnayı beş on dakika fazla kaynattım, ne olur ne olmaz dedim kuşluğu ayaküstü yemek zorunda kalırsam hazmedilmesi daha kolay olur. Sonra yağı da ateşe koydum, bir güzel cızırdadı, cızırdadı, bu arada suyunu içen makarnayı üzerine döktüğümde öyle mis bir koku etrafa yayıldı ki, anlatamam. Yağıyla beraber üç dört dakika daha hafif ateşte cızırdarken ben bir parça peyniri rendeledim, yağdan hafif sarı renk alan makarna üzerine serperek ateşten çektim. Başka alet bulamayınca kepçeyle yağlı peynirli makarnayı tencereden çıkarıp plastikten bir kutuya yerleştirdim. Baktım epeyi arttı. Atılmasın diye oturup iştahla yemekle, kutsal kurallardan en önemlisini ihlal ettim. Devletin huzuruna tok karınla çıkmayacaksın, der bu kural. Ama dayan bakalım dayanabilirsen!
Radyo dışarıda eksi yedi olduğunu söyledi. Allah’ım, bu yaşta o soğuğa nasıl dayanırım? Evde kalorifer çalışmazsa benim kemiklerim zangır zangır titrerken açıkta ne yapacağım? Yorganımı yanıma alayım dedim; tüyden olduğundan ağırlığını hissetmem bile. Gene içimden bir ses yahu çıldırdın mı sen devlet huzuruna yorganla nasıl çıkılırmış? Eee battaniye alayım öyleyse, ama hayır, o da işe yaramaz, otuz sene eskidir, üstelik ortasında futbol topu büyüklüğünde bir delik var. Derken aklıma geldi; kırk senedir dolabımın dibinde Avrupa dağlarının tepelerine çıkarken kullandığım eksi yirmiye kadar dayanıklı dağcı giysileri durur, beş on senede bir aşırı soğuk olunca bir işe yararlar.
Uzatmayayım, tıraş olduktan, giyinip kuşandıktan, makarnayla yarım kiloluk bir şişe yoğurdu ve daha bazı öteberiyi bir günlük dağcı torbama koyup cebimde ikiye katlanmış bir sürü evrakla dışarıya fırladım.
Tam yaşadığım binadan çıkmak üzereydim ki etraf camilerden müezzinlerin sesi geldi, karanlıkla sis karışımı boşluktan geçerek duvardan duvara çarptı, dört tarafa yayıldı. Hayırdır inşallah dedim kendime. Her ihtimale karşı dağcı ceketimin kukuletasını başıma geçirirken, sol gözümüm ucuyla pencerelere balkonlara asılmış olan komşuları gördüm. Her biri, elindeki beyaz mendili sallayarak, Elveda! Elveda! anlamına gelen bir işaret yapıyordu.
Evimden oraya yirmi dakikalık bir yürüyüş var. Son yağmurdan kalan, kimisi donmuş kimisi donmamış su birikintileri arasından ilerleyerek kış sabahının karanlığında rap rap yürüyordum. Sokak itleri bile hala uykuda. Mahalle bakkalı önünde bir araç durmuş, sürücüsü dükkanın kapısı önüne üst üste ekmek dolu sandıkları diziyor. Etrafta can cin yok. Ey gidi günler!diyesi geliyor insanın. Altmış küsur yıl önce mahalle fırınından ekmek alalım diye kuyruğa girmek için bu kadar erken kalkardık.
Eskiden fabrika olan bir yapının duvarlarına birbiri üzerine yapıştırılmış, kim bilir hangi seçimden kalma politikacı fotoğrafları yanından geçerken, selam size, ey gözümün nuru, selam size! demeden edemedim. Siz olmasaydınız halimiz ne olurdu? Biraz dikkatle bakınca Başbakanı da gördüm; dev fotoğraftan gelip geçene bakarak, halkın oyunu istiyor. Bu halkın siyasi kültürü hiçbir zaman yetmeyecek; her gelen fotoğrafın bir parçasını yırtmış veya üzerine bir başka fotoğraf yapıştırmış, yüzünün bir kısmı görülüyor. Bre terbiyesizler! Ama o kaş, o göz o kafa sadece onda var. Siz edebildiğiniz kadar yırtın, üzerine başka fotoğraflar yapıştırın ve edebe aykırı mesajlar yazın, para etmez. Bin yıllık çınardır o. Ne eğrilir, ne bükülür! Bunu böyle bilin! Nihayet, Aralık sabahının sessizliğini bozan adımlarımı ve kudret saatimin tik takalarını dinleye dinleye, oraya vardım. Sabahın altı buçuğuydu; güneş diye bir şey yoktu, ama dünya oldu olalı süren karanlıkla ışık arasındaki o ezeli mücadele günün lehine sonuçlanmaya başladı.
Orası dediğim, Vergi Dairesiydi. Niye o kadar erken kalktım sorarsanız, söyleyeyim. Birinci veya ikinci sırada yer alıp erkenden işimi bitirmekti niyetim. Ama, evdeki hesap çarşıya uymaz. Meğer diğerleri de öyle düşünüyormuş.
Baktım, kırk üçüncü sıradayım. Oysa, iki buçuk saat daha var işbaşına. Şimdiden daha kuyruk uzadıkça uzamış, her dakika yenileri geliyor; birer kişilik hiza çok çabuk ikişer kişilik, sonra üçer ve dörder kişilik oluyor, en sonunda ne başı ne sonu belli olmayan bir kalabalık halini alıyor.
Ama mahşer günü işbaşıyla başlıyor. Yüz, belki de fazla insan hep bir anda içeriye girmek isteyince akıllara durgunluk veren bir arbede yaşanıyor. Ya olacak ya olacak! Bir iki gün daha kaldı bu işin bitirilmesine, belgelerini teslim etmeyenin vay haline! Göz açıp kapayana dek cengel kanunu işlemeye başlıyor. Aklın yerini kasların gücü alıyor. Terbiye, saygı diye bir şey kalmıyor. İtişip kakışmada rüzgarın kanatlarındaymışım gibi hissediyorum kendimi; sırtımdaki dağcı torbası içindeki plastik kutu çatlayıp makarna dağılıyor, şişesinin kapağı yerinden fırlayan yoğurt dökülüyor. Üç küsur saat önce geldiğimde 43.sıradaydım, gün ilerledikçe önüme en azından yüz kişi dikildi. Böyle olacağını fevkalade biliyordum, edebildiğim kadar hazırlıklı geldim, ama her şey boşunaymış. İtişip kakışanları suçlamıyorum; hepsi onlar bir dev mekanizmanın dişlileri arasında ezilip giden garibanlardır.
Bu insanlar niye bunca eziyete katlanıyor?
İşin püf noktası işte, budur. Bitmez tükenmez para ihtiyacı olan devletimiz, işte, beni oturduğum binanın altındaki toprağı satın almaya zorluyor. Şöyle, oturduğum dairenin altında iki üstünde iki kat daha var, ama her beş konut sahibi bu toprağa talip. Bu mahşer, bu itişip kakışmalar sadece başvuru yapmak için; ne karar alınacak dört beş sene sonra görülecek.
Allah korusun bizi bunlardan!