Allah’ım, koru bizi, başladılar!
Bu defa adetten olduğu gibi davul zurnayla, dört tarafta dalgalanan bayraklarla, gürleyen hoparlörle tüm duyularımıza genel bir saldırıya geçmediler. Hayır; bunu yapalı beş altı ay bile olmadı, o aletlere gene baş vurmuş olsaydılar halk onları ciddiye almazdı.
Bu defa taktiği değiştirdiler. Duydunuz mu Allah aşkına? Efendim, yaz kış demeden birileri bu viranlığı köy köy gezecek, diğerleri kapı kapı. Evimde oturup beklerken, hadi dedim ben de onlarla beraber yola çıkayım. Tabii, hayallerimin dipsiz derinliklerinedir benim yolculuğum,sahi değildir. Benim gibi birini kim alacak yanına?
Lafı uzatmayayım, İktidarın büyük ortağının ağır topları harekete geçecek; bundan böyle bakanları, milletvekilleri, çeşitli müdür ve diğer bürokratları Başkentin ana caddesindeki lokantalarda çene çalarken görmeyeceğiz. O zamanlar geçti, maziye karıştı. Vallahi öyle; ister inanın ister inanmayın, ama saltanat devri geçti.
Bugünden itibaren hep yollarda bulunacaklar. Hani ya az gittik uz gittik, dere tepe düz gittik diye bir masal mı hikaye mi vardı hatırlamıyorum şimdi, işte şu bizimkileri de cilalı ayakkabılarına elveda deyip köylere götüren tozlu çamurlu yollara düşecek. Fazlaca yaşlandım mı ne, burada, hazır vakti gelmişken, bir parantes açmaktan korkuyorum. Genç yaşta o parantes içinde baba ocağına dönüştür bu, bu adamların tümünün kökü köydedir, yanına yaklaşırsanız hala ahır kokusunu alırsınız filan gibi şeyleri yazardım, ama bu halimle nerde bana o cesaret? Dediğim gibi, bu parantesi açamıyorum, yani bu cümleler yokmuş gibidir. Görmemiş, okumamış olun.
Halbuki, sayın okurlarım, kara kış başladı başlayacak; ben bu satırları yazarken bulutlar arkasından boy gösteren Başkentin etrafındakı dağların tepeleri beyaz mı beyaz. Üç dört gün, bilemedin bir hafta sonra kuzey rüzgarlarla beraber gelen kar şehirleri bile örtecek, yollar kesilecek, trafik aksamalarıyla beraber ülkedeki hayat felçe uğrayacak.
Felaket senaryoları yazıyorum demeyin. Meteorolojınin kasım ayına ait tahminleridir bunlar. Yani, ilim bilime dayalı iddialar. Onların dedikleri yalan ise benim laflarım da yalan.Yahu henüz bastık kasıma bakıyorsunuz komşu ülkelerde kardan buzdan geçilmiyor. Komşunun avlusundan geçen ayı sana da uğrar dememişler bedava. Kara kışta halkımız ne yapacak korkusuna kapılmışım sanmayın. Aklımın kenarında bile bu fikir yok. Bizim halk zekidir, ariftir. Boyu kadar yüksek karı da hazırlıklı bekler, kasıp kavuran güneşli günleri de. Anlayacağınız, vaktiyle patatesini makarnasını, yağını ununu alır, odununu temin eder.
Benim korkum, efendim, ülkeyi köy köy gezen iktidarın büyük ortağının ağır toplarına bağlıdır. Az değil, dörtyüz köy gezeceklermiş. Politikadan kıt bilgime göre, bunlar Türk, Arnavut köylerini gezmeyecek, çünkü zihin yapılarında böyle bir şey yoktur. Coğrafyadan daha da kıt olan bilgime göre, Makedonların yaşadığı köylerin olsa olsa yirmisi otuzu düz ovalarda, geri kalan üçyüz seksenı dağlık bölgelerde olmalıdır. Bunların da en az yarısı ancak hafta sonlarında dolar, geri kalan günlerde harap evlerde beş on yaşlı ya yaşar ya yaşamaz. Çünkü o yerler karın buzun hakim olduğu yolsuz, sapa yerlerdir.
Gene bu ülkede sayın okurlarım birtakım geveze, etrafta başıboş dolanıp hiçbir işe yaramayan insanlar var ki, berrak sularımızı bulandırmaktan başka şeyle uğraşmaz. İşte bugünlerde bir beddua dillerinden düşmüyor. Allah versin beş on metre kar yağsın, yaza kadar hiç kalkmasın, bunlar da dağlardan inemesin, ayılarla kurtlarla işleri olsun ve saire.
Dinlemeyin siz bunları. Hangi değirmenden su aldıkları da belli onların, hangi değirmene götürdükleri de. Doğru söyleyeyim, böyle sözler benim bir kulağımdan girer, öbüründen çıkar.
Ama bu defa işte Allah’ın adını anıyor, ona dua ediyorlar. Ya, maazallah duaları bedduaları gerçekleşirse? Bir düşünün, nazik, kibar insanlar, üstelik bir kısmı sosyete bayanları, Kaf Dağı arkasında birtakım yerlerde mahsur kalmış, ne oraya gidebiliyorlar ne buraya. Tablo biraz da ürkütücü: kardan buzdan elektrik kesilmiş, çeşmeler pınarlar donmuş, kurtların uğuldaması köpeklerin havlayışlarına karışıyor.
Bizim mübareklerin elinden, işte, konuşmaktan başka bir şey gelmediğinden, karlı buzlu günlerini mutfağın sıcaklığında seksenlik köylülere Avrupa teşkilatlarına üye olmak mücadelesinden, bankaların yeniden yapılanmasından, serbest ticari bölgelerimize yeni teknolojilerin gelmesinden ve benzer konulardan nutuk çekmekle geçirecek. Sizi bilmem, ama bu sahnelere tanıklık edebilmem için ben varımı yoğumu veririm.
Bakın, bu dünyada beterin beteri de var. Bir ana muhalefet partimiz var ki, altı aydır Meclisi boykot ediyor. Şimdi kalkmış, işte, vatandaşları kapı kapı gezecek, güncel siyasi konularda onların fikrini alacak. Şaka maka yok, her biri ikişer üyeden ibaret 5.000 takım kurulmuş, faaliyete geçmek için yeşil ışık bekliyor. Muhalefet işi oluruna bırakmıyor. Timlerin çalışmasını öyle bir genelgeyle düzenlemiş ki, ben harp okulundayken bile kullandığım el kitaplarında onca ayrıntı yoktu. Mesela, diyor, vatandaşı ziyaret edecek olan tim kara gözlük veya şapka taşıyamaz. Bunların biri kapıya çalacak, evin sahibi çıkınca bir adım geri çekilecek ve gülümseyerek ‘’Acaba bize ayırabilecek beş dakika vaktiniz var mı?’’ diye soracak. Hayati önemden olan, sesinizin tınıdır.Ağzınızdan hoş bir seda çıkmalıdır. Sesiniz ne çok yüksek, ne de alçak olacak. Aranızdan biri konuşacak, diğeri yazacak ve saire.
Yani, işler tıkırında. Ya olacak, ya olacak. Ama, bu işte de rahatlığımı kaçıran bir nokta var. Kapı kapı vatandaşları ziyaret etmek, sadece Başkentte ve daha büyük şehirlerde yaşayanları değil, köydekilerini de dahil eder. Onların da kapısı var. Ya maazallah muhalefetin takımları iktidarın ağır toplarıyla Kaf Dağı arkasında bir köyde mahsur kalıp beş altı ay aynı çatı altında yaşamak zorunda kalırsa, halimiz ne olur?
Nasılsa, başladılar. Politikacı ayağına geldiğinde arif olanın bilinç altında bir yerde alarm zilleri çalar. Bir şeyler ister, ama ne?
Biraz sabır sayın okurlarım, biraz sabır. En yeni dizi filmin henüz ilk bölümünü seyrettiniz. Daha çok, çok var. Bizden ayrılmayın.