Çok eskiden, bir şirkette hukukçuluk yaparken, çok sık Kahriman adında biriyle işim oluyordu.
Buldozer mi neydi, inşaat alanlarında toprak ve diğer atıkları şuraya buraya iten o büyük makinelerden birini sürüyordu. Dönemin tabiriyle Çingene, bugünün tabiriyle Roman idi.
İçki meraklısıydı. Sarhoş mu ayık mı olduğunu bir türlü anlayamazdınız; içkiliyken işini daha iiyi yaptığını diyenler vardı. Şehrin bittiği ve bağların başladığı bir yerde ufacık bir kulübede karısı, annesi ve birbirinin omuzuna kadar gelen beş mi altı mı çocuğuyla yaşıyordu. Son derece fakirdi; içki bağımlısı olması da büyük ihtimalle o sebeptendi.
Uzatmayayım, şirket olarak adama o sıralarda henüz şekillenmeye başlayan bizim ghettomuzun bir binasının zemin katında üç odalık bir konut verdik.
Tabii, bedava; dönemin kanunları öyleydi. Kararı imzalayan komisyonun başkanıydım. Herhalde bundan olacak ki, tabir yerindeyse ‘’konutun açılışına’’ davet edildim; bomboş evin bir odasında döşemeye bağdaş oturarak yedik içtik, oynadık sıçradık.
Gene komisyon başkanı sıfatıyla bir iki hafta sonra Kahriman’ı evinde ziyaret etmeliydim. Kurallar öyleydi işte; adam konutu bir başkasına satmasından veya kiraya vermesinden şüphe ediliyordu. Bugün gibi bir güneşli ilkbahar günü hadi dedim bu işi de bitireyim, çalıştığım şirkete pek uzak olmadığından yürüyerek oraya yollandım.
Uzaktan daha tuhaf bir şeyler olduğunun farkına vardım; açık sarı ile gri arası bir renkte olan altı katlı binanın zemin katındaki Kahriman’ın konutu koyu bir yeşil boyayla boyanmış olup, yaprakları henüz yeşeren etraf ağaçların dalları arasında parlıyordu.
Ama asıl sürpriz sonra oldu. Ardına kadar açık kapıdan girip içeriye bakınca şaşkınlıktan kendime gelemedim. Daire yine ilk defa geldiğimde olduğu gibi bomboştu, ancak dört tarafta döşemeye bırakılan irili ufaklı teneke kutularından, naylon ve gazete sayfalarından geçilmiyordu.
Bütün duvarlar yeşile boyanmıştı; badanacı işin ehlisi olmadığından, yer yer boya daha koyuydu, boya eksikliğinden mi ne bazı duvarlar yeşille kırmızının tuhaf bir karışımıydı ama hepsinde boya damlaları ince bir iz bırakarak yukarıdan aşağıya sızıyordu. Tavan bir haritayı andırıyordu.
Kahriman’ı yatak odasında buldum. Üstü başı yeşil boyadan görülmüyordu. Elinde kocaman bir fırçayla teneke kutusundan boya alıp duvarın bir köşesine sürüyordu. Bir Çingene şarkısı tutturmuş, odaya girdiğimin farkına bile varmadı.
-Yahu Kahriman, nedir bu böyle? Yeni eve badana yapılır mı? diye sordum.
-Yapılır, niye yapılmasın? Ben yeşili severim. Nihayet, bu ev benim değil mi? Badanası benden sorulur.
Bugün bile, araya kırk küsur yıl girmesine rağmen, o bina yanından geçerken Kahriman’ın zemin katındaki dairesine bakmadan edemem.
Hala boyasında binayla kıyasen bir nüans farkı var. Kim bilir Kahriman hayatta mı ve kim bilir kimler bugün yaşıyor o dairede.
Niye bu Kahriman hikayesini naftalinden çıkarıp size ballandıra ballandıra anlatıyorum sorarsanız, söyleyeyim.
Ne var idiyse olacak odur dememişler bedava. Her şey tekerrür eder; şekli ve boyutları bazen farklı olmasına rağmen, özünde ve getirdiği mesajlarda hiçbir fark yoktur.
Beş altı gün önce bir gelinin daha yüzünü örten tülü çektiler...eyvah, pardon, bir bakanlık binasının daha yüzünü örten kalın bez örtüsünü çektiler.
Bu törene davet edildim denilemez, ama akşamleyin haberi radyoda duyunca apar topar olay yerine koştum, yeni gelinin...pardon eski bakanlığın yeni yüzünü seyreden meraklılar kalabalığına katıldım.
Çiseleyen yağmura hiç aldırmadan yeni gelini...pardon otuz sene her gün gördüğümüz, komünizmde daha inşa edilen Adalet Bakanlığının yeni yüzünü soluksuz seyrediyorduk. Geride kalan şu dört beş yılda neleri görmedik.
Meclis önünde başı nerdeyse vücudu kadar büyük heykele, kucağındaki bebeği kendisi kadar büyük annenin heykeline, adliye sarayı önünde kiralı katilin heykeline, barok stilinde katlı garajlara, karaya oturmuş gemilere, nehrin ortasına dikilen söğüt ağaçlarına, ister istemez, alışmak zorunda kaldık. Esasta bizi soran bile olmadı; güç kimin elindeyse söz sahibi odur.
Kalabalığın yorumlarına bakılırsa, yıllarla süren inşaat işleri sonucu, alçı, sünger ve yapışkan yardımıyla Adalet Bakanlığına edebe aykırı bazı işlerin görüldüğü evin görünümünü vermişler.
Açtım sözlüğü, bunu ifade edebilecek daha hafif sözcükler olarak aşağı mahalleyi ve kırmızı feneri buldum. Anlayan anladı.
Vallahi, Kahriman olsaydı badanasını daha iyi yapardı. Hangi bürokratın aklına gelmiş acaba baroklu duvarları açık kırmızıyla boyamak?
Her kafadan bir ses çıktı. Kalabalık sendromu işte buna derler. Tek başınayken söylemekten çekindiğini, kafadarlar arasında bulunduğunda hiç düşünmeden söylersin. Daha yaşlı ve ciddi olanların yorumları ‘’Rezalet’’ ,‘’Ayıp’’ ‘’Tecavvüz’’, ’’Mimari cinayet’’ şeklindeydi. ‘’Üç milyon Avroyu buna harcadılar, o para işte 15 bin emeklinin bir aylık maaşıdır’’, diye mırıldadı bastonlu gözlüklü üç emekliden biri. İşin aslını anlamayan gençler Bakanlığın bir duvarına konulmuş kılıçlı bir kadının figürüne takılmış, sanat ve diğer açılardan fiziksel görünümünü yorumluyorlardı. Niye gözleri bağlı, niye bir elinde kılıç var obüründe terazi? diye soruyorlardı birbirini.
O bayan dedikleri ise, Romalıların adalet tanrıçası Justitiaydı. Terazisiyle yaptığınız suçu tartar, kılıcıyla adaleti yerine getirir; gözlerine bir gözbağı konulmasının sebebi adaleti dağıtmakta taraflı olmamak. Ama şu bizimkileri yine bir hata işlemişler. Bütün dünyada, Justitia mahkeme binalarını süsleyen heykeldir (bizde bu işi bir kiralı katilin heykeli görür, ama neyse). Adalet Bakanlığı adaleti dağıtmaz; hatta zaman zaman haksızlık ve adaletsizlik yuvası olmasını da bilir. Yahudilerin soykırımına götüren kanunları Almanya Adalet Bakanlığı, bugün yerden yere vurduğumuz bu ülkenin komünizm devrindeki kanunlarını bu binada faaliyet gösteren Adalet Bakanlığı hazırlamadı mı?
Ama kim dikkat edecek böyle bir ayrıntıya? Yazları adeta kuruyan nehrin pislikler dolu kıyısına deniz gemileri yaptıktan sonra niye Adalet Bakanlığını Justitia hanımın heykeliyle süslemesinler?
Kalabalıktan ayrılırklen gene Kahriman aklıma geldi. Valla ilk fırsatta evine uğrayacağım. Belki hayattadır.