Tarık Buğra'nın mıydı kimindi hatırlamıyorum şimdi, yıllar önce okuduğum bir Türk yazarın romanında ‘’çukur adam’’ ile ‘’uçurum adam’’ arasında fark yapılıyordu.
Şöyle, çukurun bir derinliği varmış, kenarında durup dibini kolayca görür, oraya istediğiniz zaman inip çıkabilirmişsiniz. Ama uçurum dipsizmiş; kenarında dururken bile dizleriniz titrer.
Bizde olup biteni izlerken bu benzetmeden bir türlü kurtulamıyorum. Gazetecilikle de uğraşan ünlü Fransız yazarı Zola’nın Dreifus davası konusunda ‘’İtham ediyorum’’ başlıklı makalesi de geliyor aklıma.
Ama kimi suçlamak?
Ülkeyi bu hale getiren kimdir?
Çukur adamlar mı, uçurum adamlar mı?
Hangileri bunların çukur, hangileri uçurum?
Bir fark mı var arada? diyeceksiniz.
Olan olmuş, araba şarampole yuvarlandıktan sonra suçluyu aramakta ne fayda var?
Var işte. Hiç değilse, onu şarampolden çıkarmak ve bir daha aynı hatayı yapmasını önlemek için. Bu satırlar yazılırken ‘’renkli devrim’’ onuncu gününe girdi, beni sorarsanız pek yakında biteceğe benzemiyor.
Makedonya vatandaşından devrimci olmaz. O boyun eğerek bin sene eziyet içinde yaşar, her türlü haksızlıklara katlanır, ama isyan etmez. Bu özelliği onun zihin yapısından ve psikolojisinden kaynaklanır. Eğik başı kılıç kesmez felsefesidir bu. Ben değilim bunu diyen. Genişçe yaygın bir kanıdır. Doğruluğu yüzyıllara uzanan oldukça uzun bir zaman diliminde kanıtlanmıştır. Osmanlıyla da biraz alakası var.
Meğer, her şeyin bir sonu varmış gibi görünüyor. Bir bardağa yüz gram iki yüz gram su koyabilirsiniz, ama su miktarı bardağın hacmini aştığı anda bardak taşar. Başlangıçta yavaş yavaş, damla damla, sonra hep daha fazla, ta küçük bir sel halini alıncaya kadar. Cumhurbaşkanı'nın rejimin yolsuzluklarla suçlanan bütün elebaşlarını bağışlayarak muaf tutması, işte, bardağı taşıran o damla oldu.
Sokağa dökülmek için bir sürü diğer sebep de vardı, ama bu af meselesi olmasaydı büyük ihtimalle vatandaş evinde kalıp olayları televizyonda seyretmekle yetinirdi.
Üsküp ve diğer şehirlerin sokakları ‘’renkli devrimin’’ sahnesine döndü. Devrimlerde silah kullanılır, ateş açılır, kan dökülür. Çok şükür, Makedon devrimi veya, isterseniz, Makedon ilkbaharı, şimdilik ‘’kadifeli’’ devrim safhasında.
Kurşun yerine yumurta, bomba yerine kırmızı, sarı ve mavi boya kaseleri kullanılmakta. O boya kaselerinin emniyet mensuplarına veya ‘’karşı devrimcilere’’ değil de şehir merkezinin her köşesine dikilen heykel ucubelerine atılmasının çok derin bir anlamı var. Onuncu yılını dolduran bu rejimin geride bıraktığı izler çoktur, ama o heykeller, çevreye asla uymayan o sünger ve alçı kaplamalı binalar çağın ayıbı olarak kalacak bir sonraki nesillere. Bu sokak gösterilerinde, işte, Makedonya tarihinde ilk defa vatandaş unsurunun galip gelmesinin tanığı olmaktayız. Vatandaşların sokağa dökülmesi ilk defa değildir, muhakkak ki son defa da olmayacak.
Ama her defasında ışın içinde siyasi partiler vardı. Sokakta yürüyenlerin ilk saflarında hep parti liderlerini görüyorduk.
Bugün sivil toplum teşkilatlarını görüyoruz baş rolde. Bir akşam hepimizi aptala çeviren televizyon denilen o aygıtı bırakarak sokağa çıkın. Hep gençleri göreceksiniz. Ya ortaokul, ya fakülte öğrencileri. Belki oğlunuzu da görürsünüz zırhlı polislere göğüs gererken. Ben, valla, görev itibarıyla kırk yılı aşkın bir süredir bu türden olayları izlerim. Nerede bir kafilenin, bir kalabalığın başında politikacıyı gördümse, iş fiyaskoyla bitti. Sloganlar atıldı, ağır laflar söylendi, üç beş cam kırıldı, o kadar. Neticede her şey eski tas eski hamam kaldı.
Demek istediğim şu ki, politikacıda bir devrim yapabilecek güç yok. O taraftarlarını, parti üyelerini ve şöyle ya da böyle ona bağlı olanları seferber edebilir, ama geniş vatandaş kitlelerini asla. Bu güç sivil toplum teşkilatlarında var. On gün art arda ülkenin dört tarafında protesto gösterilerinde bulunan vatandaş kalabalığı, bunun en iyi kanıtı. Bu ilkbahar günleri Makedonya’nın tarihinde altın harflerle yazılacak.
Nasılsa, dört ağırlıklı parti liderinin AB görevlileriyle Viyana görüşmesinin iptal edilmesiyle, Makedonya siyasi krizi yeni safhaya girdi. Görünen o ki, yabancıların sabrı tükendi.
Eldivenler çıkarıldı. Derinlemesine bakılırsa, krizi müzakerelerle çözmek için Avrupa Birliğinin elinde artık hiçbir enstrüman kalmadı. Bir son dakika gelişme olmazsa, ülkeyi uluslararası teşkilatların yaptırımlarından kimse kurtaramaz.
Bazı yabancı bankalar geçen hafta daha kredilerini durdurdu, çok yakında bazı politikacıların AB ülkelerine seyahati yasaklanacak, AB ve NATO’ya katılım gündemden düşecek ve saire. Maalesef, bu yaptırımların fiyatını da son aşamada vatandaş ödeyecek. Yaptırımların etkili olmasıyla birlikte sokak gösterilerinin de yoğunluk kazanacağını söylemek için pek akıllı olmak lazım değil. İşlerin gidişatına bakılırsa, bu rejim seçimde değil, sokakta düşecek.